Salı, Haziran 10, 2025

Son Yazılar
>> İngiltere'nin DNA'sı değişecek  >> Üstün Yetenekle Başa Çıkmak  >> Gerçeklerle Yüzleşmek  >> Maslow Amca ve Futbol Bağlamı  >> Beşiktaş Gururlu Fenerbahçe Mutlu  >> BİR IVERSON VAR BENDEN İÇERÜ…    

30 Mayıs 2014 Cuma

Yarını Dünden Farklı Kılabilir Miyiz?

Aristoteles günümüzden yüzyıllar önce “insan sosyal bir hayvandır” derken neyi kastettiğini bugün hala sorgularız. Kimilerine göre bu insan doğasını izahata dönük bir yaklaşımdır, kimlerine göre insan ilişkilerini anlamaya dönük ortaya konmuş bir tezdir ve bu liste uzayıp gider ama bu savın insanoğlunun diğer canlılardan farklı olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışan felsefi bir yaklaşım olduğu konusunda hemen hemen herkes hemfikirdir. İnsanlık tarihi boyunca bu cümlenin haklılığını başta sanat dallarında olmak üzere diğer alanlardaki uğraşlarla fazlasıyla kanıtladığımızı söylersem sanırım kimse çıkıp bana “hayır öyle değildir demez”. Bu uğraşlarımızın temelinde insanı ruhen doyurmak güdüsü yer aldı ve bu aynı zamanda insanın kendisini tanımasının, anlamasının ve tatmin etmesi ya da yeteneklerini sergilemesi ve tanıtmasının bir parçası. Bu uzun arayışın son meyvesi yedinci sanat oldu ve teknoloji sayesinde, kimilerine göre de yüzünden, en büyük sanatsal parçası olup diğerlerini arka plana attı. Fakat yedinci sanatı da arka plana atmayı başaran bir olgu var önümüzde; spor.
Sporun evrensel bir tanımı veya ifadesi var ama insani duygular kadar geniş bir yelpazesi olmadığını savunmak pek olası görünmüyor. Neden mi diye soracak olursanız çevrenizden birkaç kişiye sorarsanız ne demek istediğimi anlarsınız. Benim için doksanlı kuşağın genelinde olduğu gibi çocukken sporun karşılığı futbol ve birazcık da olsa basketboldu. Diğer dallara kıyasla bir arkadaş, futbol topu ve iki tane taş yeterliydi. Hayranı olduğunuz futbolcu ismini almanız ve oynarken oyunu anlatmanızın oluşturduğu tarif edilemez duygu. Sonrasında büyüdükçe, kendimi tanıdıkça ve tabii gördükçe benim dünyamda bu tanıma tenis dâhil oldu ama hep kursağımda bir heves olarak kalmaktan öteye gitmedi. Neden mi? Yazının devamı bir fikir edinmek için yeterli olsa gerek.


International Premier Tennis League; Gösteriş mi? İlgi mi?

Az çok takip edenler kitlelere ulaşma noktasında bir anlamda turnuva veya organizasyon sporu tenisin nasıl yürüdüğünü bilirler. Erkeklerde ATP ve kadınlarda WTA tepedeki kurumlar iken ülkeler düzeyindeki ve sırlamadaki alt basamaktakilerin yükselme ümidiyle turnuvaları organize eden, bir fiil varlığını sürdüren ITF var. Bu kurumların dışında bu sene ilk kez alanda boy gösterecek International Premier Tennis League (IPTL) kasım ayında karşımıza çıkacak.






Rally for Relief (Queensland için)
Diğer turnuvalardan farklı bir formatta, Davis Kupası’na ve Hindistan Kriket Ligi’ne yakın bir formatla, gerçekleşecek IPTL dört şehirde, Manila, Dubai, Mumbai ve Singapur, gerçekleşecek. Her şehirde beşi erkek ikisi kadın toplamda 28 tenisçi katılacak. Liste Nadal, Djokovic, Serena ve Azarenka gibi şu anda aktif tenis hayatlarını sürdüren sıralamanın tepesindeki tenisçilerin yanı sıra Sapmras, Agassi ve İvaniseviç gibi emekli Grand Slam Şampiyonlarından oluşuyor. Turnuvanın formatıyla sizi sıkıp başınızı şişirmek istemem merak edenler araştırabilir. Asıl değinmek istediğim konu bu denli büyük çaplı organizasyonun nasıl gerçekleştirildiği. Cevabı çok uzakta değil aslında; para. Peki amaç? Tenisi Asya kıtasında daha popüler kılmak, yaygınlaştırmak ve sevdirmek, fikrin arkasında ise Hintli tenisçiler Mahesh Bhupathi ve Morgan Menahem yer alıyor.

Organizasyonu biraz inceleyecek olursanız ciddi bir emek ve çaba olduğunuz göreceksiniz. Katılacak isimler bile fikir edinmek için yeterli. Peki, bu kadar uğraş ve bütçe ile tenis için çok daha faydalı bir organizasyon yapılamaz mıydı? Sharapova ve Federer gibi bazı üst düzey tenisçilerin ilgi dahi göstermediği turnuvada Nadal’ın oynaması için maç başı alacağı ücret “1 milyon Dolar” ve diğer üst düzey tenisçilerin de benzer bir ücret alacağını öngörmek mümkün. Nadal, Djokovic veya Serena gibi bir oyuncuyu izlemenin mutlaka bir maliyeti olmalı fakat turnuva amacıyla harcanan paralara bakınca pek gerçekçi ve samimi gelmiyor. ATP ve WTA takvimlerindeki en üst düzey turnuva şampiyonlarına ödenen ücretin bir maç için ödenmesi doğal olarak soru işaretlerine sebebiyet veriyor. Bu tezat sadece bu organizasyon için geçerli değil tabii, bunun farklı örneklerine de rastlamak mümkün. Örneğin geçen sezon sonunda Güney Amerika’ya giden Nadal ve Djokovic’e bir haftalık organizasyonlar kapsamında ödenen ücretlerin, yıl boyunca elde ettikleri kazançlara eşdeğer olduğu belirtildi ve yazıldı yabancı basında. Yanlış anlaşılmak istemem, burada karşı olduğum ve eleştirdiğim fikir tenisçilere veya sporculara bu tarz organizasyonlar için ücret ödenmemesi değil, tam tersi emeklerini karşılığı ödenmeli fakat bunun da makul bir ölçütü olmalı. Ya da tenisçileri para düşkünü gibi lanse edilmesine sebep olmak veya öyle gördüğüm fikrine kapılsın istemem. Keza kendi kurdukları vakıflar aracılığı ile fırsat bulduklarında yaptıkları işler takdire şayan. Daha önceki senelerde yukarıda telaffuz ettiğim isimlerin yanı sıra bugün emekli olan Roddick ve Kim Clijsters ile uzun süre önce emekli olan Navratilova, Graf ve Davenport gibi isimlerin öncülük ettiği Haiti ve Queensland afetzedelerine yardım için yapılan organizasyonları takdir etmek gerekir.
Hit For Haiti(Avustralya)
IPTL’ye dönecek olursak, maliyet boyutuna bakınca insan soramadan edemiyor; bu kadar yüksek bütçeleri iki hafta sürecek etkinliklere harcamak yerine daha verimli kullanıp dünya nüfusunun üçte birinin yaşadığı Asya kıtasından Li Na ve Kei Nishikori gibi yeni tenisçiler çıkartmak mümkün değil mi?



Takvim Ne Kadar Adil?

Daha önce çok yazıldı çizildi, neden Türkiye’de tenis arka planda kalıyor ve üst düzey

sporcular çıkartamıyoruz? Bu sadece tenisin makul talihi değil, futbol ve basketbol dışındaki birçok spor dalı bu kategoriye giriyor, bu durum voleybol gibi başarılı sonuçlar elde edilen branşlarda ise ilgi eksikliği şeklinde ortaya çıkıyor. Bunun ülkeler düzeyindeki sebepleri hep söylenir, peki ya uluslararası düzeydeki nedenlerin ne kadar bilincindeyiz veya kurumlar, ATP ve WTA, ne kadar bilincinde ve bunun için neler yapıyorlar? En basitinden takvime bakalım; üst düzey tenisçilerin katıldığı turnuvaların çoğunluğu Avrupa’da ve ABD’de gerçekleştirilmektedir. Hatta erkeklerde ve kadınlarda birer turnuva Çin’de yer almaktayken, dört Grand Slam turnuvasından birine ev sahipliği ABD’de bununla beraber 9 tane büyük ATP turnuvasının üçü oynanmaktadır. Bunun karşılığında Afrika kıtasında kuzeydeki küçük çaplı tek ATP turnuvası Casablanca varlığını sürdürürken, geri kalanı ise ülkeler tabiri caizse sinek avlıyor. Ortadoğu’nun petrol zengini ülkeleri olmasa onların durumu da çok farklı olmayacaktı fakat onlar da üretken olup sporcu yetiştirmek yerine var olanların popülaritesini kullanma sevdasındalar. Bu anlamda Güney Amerika kıtasını takdir etmek lazım, iklimi değerlendirip toprak kortlara ağırlık verseler de hem sporcu yetiştirme hem de organizasyon düzeyinde ciddi ilerleme kat etmeyi başardılar.
Takvim-başarı ilişkisini irdelemenin temelinde ikisi arasında doğru orantıda yatmaktadır. Örneğin 13 bin civarında kort ve 1.3 milyona yakın tenisçi olmasına rağmen kara kıtada bugüne kadar ön plana çıkmayı başaran son isim Kevin Anderson iken sıralamada ancak 18 numaraya kadar yükselmeyi başardı geçtiğimiz mart ayında. Anderson dışında ön plana çıkanları Wayne Ferreira (Güney Afrika) ve Younès El Aynaoui (Fas) gibi bir elin parmağını zor geçen ve Güney Amerikalı tenisçilerin başını çektiği bir listede toparlamak ancak mümkün. Turnuva sayısı fazla olsaydı tablo çok değişir miydi bilinmez ama etkisi mutlaka hissedilirdi. Güney Amerika ve İspanya örnekleri bir kanıya varmak için yeterli olsa gerek.

Dört Büyüklerin Konumu Nedir?

Peki, tenisin popülaritesini ayakta tutan Grand Slam (Avustralya Açık, Roland Garros, Wimbledon, Amerika Açık) organizatörleri bu işin neresinde duruyor diye sormadan geçmek de pek doğru gelmiyor. Zira kitlelerin en büyük ilgi odağı Grand Slam’ler son senelerde en fazla para dağıtma rekabetindeler. Son iki senede daha fazla ön plana çıkan bu rekabetin belki en olumlu yanı ilk turda elenen isimlerin de pastadan pay almalarını sağlamak oldu. Yine de hak eden taraf olarak aslan payını tabii üst turlara yükselmeyi başaran ve çoğunluğunu yine sıralamanın üst basamağındakilerin oluşturduğu isimler alıyor. Lakin yine başa dönecek olursak bütçenin büyük kısmını bu isimler saçmak yerine daha verimli kullanmak mümkün değil mi? Çok farklı bir yaklaşım olacak belki ama ne yazık ki sporu kirleten dopingle mücadele etmek için bir miktarını kullanmak verimli olmaz mı? Belki bundan bahsetmek bile insanı spordan soğutuyor ama ne yazık ki herkes masum duygularla hareket etmiyor ve hayatın her alanında olduğu gibi sporu kirletmekten de geri durmuyorlar. Hem tenis açısından kazanım olur çünkü doping kontrolleri yeterli değil ve belli aralıklarla dedikodular yayılıp sporcular zan altında bırakılıyorlar. Bilmem siz ne düşünürsünüz ama 2013 Avustralya Açık şampiyonu Djokovic’in turnuvadan o sene ITF doping ile mücadele için ayırdığı bütçeden daha fazla kazanması bana tuhaf gelmişti ve hala geliyor. Aşağıdaki grafikte Grand Slam’lerde tur başına dağıtılan para ödüllerini daha net göreceksiniz.


Biraz dağıldı konu, toparlayacak olursak şunu söylemek istiyorum: popüler ve başarılı sporcuları daha fazla popüler kılmak ve ödüllere ve organizasyonlara ambargo koymaları için tüm imkânları kullanmayın; o sporcuları her zaman takdir edin ve gereken değeri verin. Olanakları bu sporu tanımayanlarla bir araya getirmek için de kullanın, bu sporu sevip imkânları elvermeyenlere ulaştırmak için kullanın. Ya da siz olanakları oluşturun onlar mutlaka size gelecektir, sizin peşlerinde koşmanız gerekmiyor.  
  




Kahraman CİNDİ
İTÜ Petrol ve Doğal Gaz Mühendisliği
kahramancindi@outlook.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Murat Çolakoğlu Seo Blogger Templates