Aristoteles günümüzden yüzyıllar önce “insan
sosyal bir hayvandır” derken neyi kastettiğini bugün hala sorgularız.
Kimilerine göre bu insan doğasını izahata dönük bir yaklaşımdır, kimlerine göre
insan ilişkilerini anlamaya dönük ortaya konmuş bir tezdir ve bu liste uzayıp
gider ama bu savın insanoğlunun diğer canlılardan farklı olduğunu anlamaya ve
anlatmaya çalışan felsefi bir yaklaşım olduğu konusunda hemen hemen herkes
hemfikirdir. İnsanlık tarihi boyunca bu cümlenin haklılığını başta sanat
dallarında olmak üzere diğer alanlardaki uğraşlarla fazlasıyla kanıtladığımızı
söylersem sanırım kimse çıkıp bana “hayır öyle değildir demez”. Bu
uğraşlarımızın temelinde insanı ruhen doyurmak güdüsü yer aldı ve bu aynı zamanda
insanın kendisini tanımasının, anlamasının ve tatmin etmesi ya da yeteneklerini
sergilemesi ve tanıtmasının bir parçası. Bu uzun arayışın son meyvesi yedinci
sanat oldu ve teknoloji sayesinde, kimilerine göre de yüzünden, en büyük
sanatsal parçası olup diğerlerini arka plana attı. Fakat yedinci sanatı da arka
plana atmayı başaran bir olgu var önümüzde; spor.
Sporun evrensel bir tanımı veya ifadesi var ama insani duygular kadar
geniş bir yelpazesi olmadığını savunmak pek olası görünmüyor. Neden mi diye
soracak olursanız çevrenizden birkaç kişiye sorarsanız ne demek istediğimi
anlarsınız. Benim için doksanlı kuşağın genelinde olduğu gibi çocukken sporun
karşılığı futbol ve birazcık da olsa basketboldu. Diğer dallara kıyasla bir
arkadaş, futbol topu ve iki tane taş yeterliydi. Hayranı olduğunuz futbolcu
ismini almanız ve oynarken oyunu anlatmanızın oluşturduğu tarif edilemez duygu.
Sonrasında büyüdükçe, kendimi tanıdıkça ve tabii gördükçe benim dünyamda bu
tanıma tenis dâhil oldu ama hep kursağımda bir heves olarak kalmaktan öteye
gitmedi. Neden mi? Yazının devamı bir fikir edinmek için yeterli olsa gerek.
International Premier Tennis League; Gösteriş mi? İlgi
mi?
Az çok takip edenler kitlelere ulaşma
noktasında bir anlamda turnuva veya organizasyon sporu tenisin nasıl yürüdüğünü
bilirler. Erkeklerde ATP ve kadınlarda WTA tepedeki kurumlar iken ülkeler
düzeyindeki ve sırlamadaki alt basamaktakilerin yükselme ümidiyle turnuvaları
organize eden, bir fiil varlığını sürdüren ITF var. Bu kurumların dışında bu
sene ilk kez alanda boy gösterecek International Premier Tennis League (IPTL)
kasım ayında karşımıza çıkacak.
 |
Rally for Relief (Queensland için) |
Diğer turnuvalardan farklı bir formatta, Davis
Kupası’na ve Hindistan Kriket Ligi’ne yakın bir formatla, gerçekleşecek IPTL
dört şehirde, Manila, Dubai, Mumbai ve Singapur, gerçekleşecek. Her şehirde
beşi erkek ikisi kadın toplamda 28 tenisçi katılacak. Liste Nadal, Djokovic,
Serena ve Azarenka gibi şu anda aktif tenis hayatlarını sürdüren sıralamanın
tepesindeki tenisçilerin yanı sıra Sapmras, Agassi ve İvaniseviç gibi emekli
Grand Slam Şampiyonlarından oluşuyor. Turnuvanın formatıyla sizi sıkıp başınızı
şişirmek istemem merak edenler araştırabilir. Asıl değinmek istediğim konu bu
denli büyük çaplı organizasyonun nasıl gerçekleştirildiği. Cevabı çok uzakta
değil aslında; para. Peki amaç? Tenisi Asya kıtasında daha popüler kılmak,
yaygınlaştırmak ve sevdirmek, fikrin arkasında ise Hintli tenisçiler Mahesh
Bhupathi ve Morgan Menahem yer alıyor.
Organizasyonu biraz inceleyecek
olursanız ciddi bir emek ve çaba olduğunuz göreceksiniz. Katılacak isimler bile
fikir edinmek için yeterli. Peki, bu kadar uğraş ve bütçe ile tenis için çok
daha faydalı bir organizasyon yapılamaz mıydı? Sharapova ve Federer gibi bazı
üst düzey tenisçilerin ilgi dahi göstermediği turnuvada Nadal’ın oynaması için
maç başı alacağı ücret “1 milyon Dolar”
ve diğer üst düzey tenisçilerin de benzer bir ücret alacağını öngörmek mümkün. Nadal,
Djokovic veya Serena gibi bir oyuncuyu izlemenin mutlaka bir maliyeti olmalı
fakat turnuva amacıyla harcanan paralara bakınca pek gerçekçi ve samimi
gelmiyor. ATP ve WTA takvimlerindeki en üst düzey turnuva şampiyonlarına ödenen
ücretin bir maç için ödenmesi doğal olarak soru işaretlerine sebebiyet veriyor.
Bu tezat sadece bu organizasyon için geçerli değil tabii, bunun farklı
örneklerine de rastlamak mümkün. Örneğin geçen sezon sonunda Güney Amerika’ya
giden Nadal ve Djokovic’e bir haftalık organizasyonlar kapsamında ödenen
ücretlerin, yıl boyunca elde ettikleri kazançlara eşdeğer olduğu belirtildi ve
yazıldı yabancı basında. Yanlış anlaşılmak istemem, burada karşı olduğum ve
eleştirdiğim fikir tenisçilere veya sporculara bu tarz organizasyonlar için
ücret ödenmemesi değil, tam tersi emeklerini karşılığı ödenmeli fakat bunun da
makul bir ölçütü olmalı. Ya da tenisçileri para düşkünü gibi lanse edilmesine
sebep olmak veya öyle gördüğüm fikrine kapılsın istemem. Keza kendi kurdukları
vakıflar aracılığı ile fırsat bulduklarında yaptıkları işler takdire şayan.
Daha önceki senelerde yukarıda telaffuz ettiğim isimlerin yanı sıra bugün
emekli olan Roddick ve Kim Clijsters ile uzun süre önce emekli olan Navratilova,
Graf ve Davenport gibi isimlerin öncülük ettiği Haiti ve Queensland afetzedelerine
yardım için yapılan organizasyonları takdir etmek gerekir.
 |
Hit For Haiti(Avustralya) |
IPTL’ye dönecek olursak, maliyet boyutuna
bakınca insan soramadan edemiyor; bu kadar yüksek bütçeleri iki hafta sürecek
etkinliklere harcamak yerine daha verimli kullanıp dünya nüfusunun üçte birinin
yaşadığı Asya kıtasından Li Na ve Kei Nishikori gibi yeni tenisçiler çıkartmak
mümkün değil mi?
Takvim Ne Kadar Adil?
Daha önce çok yazıldı çizildi, neden
Türkiye’de tenis arka planda kalıyor ve üst düzey
sporcular çıkartamıyoruz? Bu
sadece tenisin makul talihi değil, futbol ve basketbol dışındaki birçok spor dalı
bu kategoriye giriyor, bu durum voleybol gibi başarılı sonuçlar elde edilen
branşlarda ise ilgi eksikliği şeklinde ortaya çıkıyor. Bunun ülkeler
düzeyindeki sebepleri hep söylenir, peki ya uluslararası düzeydeki nedenlerin
ne kadar bilincindeyiz veya kurumlar, ATP ve WTA, ne kadar bilincinde ve bunun
için neler yapıyorlar? En basitinden takvime bakalım; üst düzey tenisçilerin
katıldığı turnuvaların çoğunluğu Avrupa’da ve ABD’de gerçekleştirilmektedir. Hatta
erkeklerde ve kadınlarda birer turnuva Çin’de yer almaktayken, dört Grand Slam turnuvasından
birine ev sahipliği ABD’de bununla beraber 9 tane büyük ATP turnuvasının üçü
oynanmaktadır. Bunun karşılığında Afrika kıtasında kuzeydeki küçük çaplı tek ATP
turnuvası Casablanca varlığını sürdürürken, geri kalanı ise ülkeler tabiri
caizse sinek avlıyor. Ortadoğu’nun petrol zengini ülkeleri olmasa onların
durumu da çok farklı olmayacaktı fakat onlar da üretken olup sporcu yetiştirmek
yerine var olanların popülaritesini kullanma sevdasındalar. Bu anlamda Güney Amerika
kıtasını takdir etmek lazım, iklimi değerlendirip toprak kortlara ağırlık
verseler de hem sporcu yetiştirme hem de organizasyon düzeyinde ciddi ilerleme kat
etmeyi başardılar.
Takvim-başarı ilişkisini irdelemenin
temelinde ikisi arasında doğru orantıda yatmaktadır. Örneğin 13 bin civarında
kort ve 1.3 milyona yakın tenisçi olmasına rağmen kara kıtada bugüne kadar ön
plana çıkmayı başaran son isim Kevin Anderson iken sıralamada ancak 18 numaraya
kadar yükselmeyi başardı geçtiğimiz mart ayında. Anderson dışında ön plana
çıkanları Wayne Ferreira (Güney Afrika) ve Younès El Aynaoui (Fas) gibi bir
elin parmağını zor geçen ve Güney Amerikalı tenisçilerin başını çektiği bir
listede toparlamak ancak mümkün. Turnuva sayısı fazla olsaydı tablo çok değişir
miydi bilinmez ama etkisi mutlaka hissedilirdi. Güney Amerika ve İspanya
örnekleri bir kanıya varmak için yeterli olsa gerek.
Dört Büyüklerin Konumu Nedir?
Peki, tenisin popülaritesini ayakta tutan Grand
Slam (Avustralya Açık, Roland Garros, Wimbledon, Amerika Açık) organizatörleri
bu işin neresinde duruyor diye sormadan geçmek de pek doğru gelmiyor. Zira
kitlelerin en büyük ilgi odağı Grand Slam’ler son senelerde en fazla para
dağıtma rekabetindeler. Son iki senede daha fazla ön plana çıkan bu rekabetin
belki en olumlu yanı ilk turda elenen isimlerin de pastadan pay almalarını
sağlamak oldu. Yine de hak eden taraf olarak aslan payını tabii üst turlara
yükselmeyi başaran ve çoğunluğunu yine sıralamanın üst basamağındakilerin
oluşturduğu isimler alıyor. Lakin yine başa dönecek olursak bütçenin büyük
kısmını bu isimler saçmak yerine daha verimli kullanmak mümkün değil mi? Çok
farklı bir yaklaşım olacak belki ama ne yazık ki sporu kirleten dopingle mücadele
etmek için bir miktarını kullanmak verimli olmaz mı? Belki bundan bahsetmek
bile insanı spordan soğutuyor ama ne yazık ki herkes masum duygularla hareket
etmiyor ve hayatın her alanında olduğu gibi sporu kirletmekten de geri
durmuyorlar. Hem tenis açısından kazanım olur çünkü doping kontrolleri yeterli
değil ve belli aralıklarla dedikodular yayılıp sporcular zan altında
bırakılıyorlar. Bilmem siz ne düşünürsünüz ama 2013 Avustralya Açık şampiyonu Djokovic’in
turnuvadan o sene ITF doping ile mücadele için ayırdığı bütçeden daha fazla kazanması bana tuhaf gelmişti ve hala
geliyor. Aşağıdaki grafikte Grand Slam’lerde tur başına dağıtılan para ödüllerini
daha net göreceksiniz.

Biraz dağıldı konu, toparlayacak olursak
şunu söylemek istiyorum: popüler ve başarılı sporcuları daha fazla popüler
kılmak ve ödüllere ve organizasyonlara ambargo koymaları için tüm imkânları
kullanmayın; o sporcuları her zaman takdir edin ve gereken değeri verin.
Olanakları bu sporu tanımayanlarla bir araya getirmek için de kullanın, bu
sporu sevip imkânları elvermeyenlere ulaştırmak için kullanın. Ya da siz
olanakları oluşturun onlar mutlaka size gelecektir, sizin peşlerinde koşmanız
gerekmiyor.
Kahraman CİNDİ
İTÜ Petrol ve Doğal Gaz Mühendisliği
kahramancindi@outlook.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder