Geçmişiyle yaşayan insanlar zor olur. Misal annem
teyzemlerle telefonla ne zaman konuşsa, Rize’de 30 yıl önce olmuş bir olayı
sanki 10 dakika önce olmuş gibi anlatır. Hiçbir ayrıntıyı unutmamıştır. Geçmişle
hesaplaşması o kadar derindir ki annemin, bazen temizlik veya yemek yaparken
sürekli dudaklarını oynatıp bizim duyamayacağımız tonda birilerine bir şeyler
anlatır kızgın kızgın. Birileriyle kavga eder kendi kendine. Annemin geçmişi
ile ilgili davaları o kadar fazladır ki; anı, günü yaşamayı geçip kız kardeşime
“Karbonat neydi?” diyebilecek kadar bugünden uzaklaşmış durumdadır. Sonuçta
annemiz ve alışmalıyız.
Anneme baktığımda Iverson’ın kariyerine bakıyormuş gibi
oluyorum. Bence geçmişi çok başarılı ya da çok başarısız olan insan da
gelecekte bir yerde ortak bir noktada buluşuyor. Biri hep o geçmişi hatırlayıp
yaşadığı olumsuzluklarda geçmişteki başarılarıyla kendini tatmin ederken,
geçmişi çok başarısız ve acı dolu olan başkasıysa ne kadar başarılı olursa
olsun geçmişini kendi beyninde ve ruhunda silemediği gibi, bir ömrü hesaplaşma
yaparak geçiriyor.
Iverson ise ikisini de hayatının değişik dönemlerinde
yaşamış bir karakter ve bu da onu zaten zor karakterini çok daha fazla zorlaştırıp
onu son dönemlerinde sevimsizleştirmişti. Bir insan, Iverson dahi olsa kendi
içinde mutlu değilse, onunla birlikte aynı havayı soluyan insanların da mutlu
olması beklenemez.
Iverson, bir röportajında küçüklüğüyle ilgili hatırladığı
şeylerden bahsederken haftanın 3 günü evlerini lağım bastığını söylemişti. Aynı
röportajda 3 kardeş olduklarını, babalarının küçükken onları terk ettiği gibi
şeyler söylediğini de hatırlıyorum. Bu Iverson'ın karakterinin daha o yaşlardan
şekillenmesini sağlamış. Aslında çok fazla da acıtasyon yapmadan, ne kadar zor
bir çocukluk ve gençlik yaşadığı malum ve Iverson spora o kadar bu hayattan
kurtulmak için sarılmış ki, hem Amerikan futbolundan hem de basketboldan draft
hakkı elde edebilecek kadar yükselmiş. Spordan başka onu kurtaracak başka bir şeyin
olmadığının farkına o genç yaşında varmak, çok önemli ve gerçek bir yürek işi.
Yürek demişken, 2001 Finallerinin ilk maçında gördüm o
yüreği. Uzatmalarda Tyrone Lue’yu sağ dipte yaptığı Cross - Over sonrası yere
yıkması ve kendinden çok emin bir şekilde potaya gönderdiği üçlüğün girmesinden
sonra Lue’nun üzerinden koca adımlar atarak “Bu maç benim” mesajı vermesi, o
anı televizyon karşısında canlı yaşayan biri olarak gerçekten çok hoşuma
gitmişti. Fakat beni asıl tavladığı nokta maç sonu röportajındaki bir cümleydi.
"Biz burada NBA finalistiyiz
ve bize saygı gösterin.".
Acaba neydi kazandığı bir maç sonrası bunu söylemesine sebep
olan şey? NBA finali oynuyorsun ve senin tek bir derdin var, saygı duyulmak. Bunu
gerçekten yüreğiyle oynayan biri söyleyebilirdi ve o da söyledi.
Iverson yıllarca çocukluğunda yaşadığı ezilmişliğin ve
mutsuzluğun öcünü basketboldan alıyordu. Ne kadar çok sayı atıp, ne kadar çok maç
kazanırsa o derece çocukluğundan uzaklaşacağını düşünüyordu. İlk NBA’ye geldiğinde Jordan'la hafiften
takıştı. Sonra Vince Carter'la. Ve günahı kadar basketbol sahasında sevmediği Kobe.
Bunlar rakipleriydi ve bir derece normal karşılanabilirdi ama Iverson'ı bir
derece Iverson yapan o dönemki Koç’u Larry Brown'la bile iki maçta bir
gırtlak gırtlağa gelebilen biriydi. Bu sadece basketbol sahası dışında olanlar.
Üniversitedeyken bir bar kavgası sonrası yattığı ufak süreli bir hapis, gittiği
mekanlarda çıkardığı kavgalar ve çocukluk arkadaşlarıyla bir klan halinde aynı
evde yaşamak gibi kendisine olan sempatiyi sürekli aşağı çeken sıkıntılı bir
karakterdi Iverson. Daha da ileri gidip, yanlış hatırlamıyorsam 2002 yazında
karısını gecenin bir vakti dövüp çırılçıplak sokağa atması artık bardağı
taşıran son damla gibi görünse de, Iverson o zamanlar, o kadar büyük bir basketbolcuydu
ki, koca Philadelphia halkı ellerinde pankartlarla Amerika yasalarına karşı
resmen savaş açarak Iverson'u serbest bıraktırmıştı.
Fakat Iverson o olaydan sonra bir daha toparlanamadı. Basketbol
yeteneklerine o kadar güveniyordu ki, profesyonel bir sporcunun kafasını
boşaltması ya da yaptığı işe konsantre olması gibi şeyler Iverson’un hiç
yapamadığı şeylerdi. Iverson'un hep kafası doluydu ve hepsi de basketbol
dışında doluluklardı. Bunlara rağmen onu ayakta tutan yüreğinin tek bir sebebi
vardı sahada oynamak için; Kendini ispat etme çabası. Iverson'ın o kadar basit
bir mutluluğu vardı ki, o akşam rakibini daha doğrusu onu tutan adamı paspas etsin
ve ondan büyük bir oyuncu olduğuna ona ispatlamasın. Onun için koca basketbol
külliyatının tek anlamı buydu. Fakat takımı 40 sayı fark yese bile umursamayan bir
çelişkiyi de beraberinde taşıyordu bu ispat çabaları.Hatta şu video her şeyi
kelimelerden çok daha iyi anlatacaktır.
Bu bencillik artık Philadelphia taraftarını dahi "Tanrı"
gibi gördükleri Iverson'a artık homurdanmasına sebep oluyordu. Buna karşılık
(çenemi gösteriyorum) burasına kadar gelen Phili yönetimi de ilk takas
teklifini değerlendirmekte hiçbir beis görmedi. Takas sonrası resmen Philadelphia’da
çiçekler açtı (!) Kuşlar daha neşeli cıvıldadı (!) Philadelphia’da açlık ve
yoksulluk sona erdi (!)
Takas sonrasında Denver tepeleri Iverson'ın yeni evi
olmuştu. Iverson artık bu evde sadece eski evindeki gibi kendi egosuyla değil,
yepyeni bir Süper yıldız adayı Carmelo Anthony'nin de egosuyla baş etmek
zorundaydı. Tabi o takımda Kenyon Martin, Marcus Camby ve George Karl gibi
bambaşka egolara da kendini dinletebilmeliydi. Yani artık sadece rakibine
kendini ispat ettirmeye çalışan yürek, onun yanında görünen yuvarlak masa
şövalyelerine de her gece kendini ispat etmek zorundaydı. Aslında böyle bir
zorunluluğu olmasa da onun karakteri ister istemez kendini hep bir yarış içine
sokuyordu. Çünkü maalesef Iverson bir takım sporcusu olamıyordu. Çocukluğundan
gelen yalnızlığı ve o yalnızlığı örtmek için bizim pek aklımızın alamayacağı
uçuk yaşamı ve kafa yapısı, hep onun o kafasında kendinin dahi çözemediği
sorunlara ve o hep "kafası dolu" Iverson'a sebebiyet veriyordu.
Iverson, Denver'ı hiç sevmedi. Denver da zaten Iverson'ı hiç
benimsemedi. Ona Superstar bir oyuncu gibi davransalar da, buna kendileri de
inanmıyordu. Anadolu kulüplerinde oynayan Güney Amerikalı oyuncu kaprisleri Denver’a
da İllallah çektirmeye başlayınca Detroit’le yapılan Chunsey Billups takası, bu
sefer de koca Denver tepelerinden "Şen ola düğün" sesleri gelmesini
sağlamıştı.
Iverson herkesi kendine düşman bellemiş adamlardan. Hep o
anlaşılamamıştır, hep onu anlamamışlardır. Onda hiçbir zaman suç yoktur.
Kendisi NBA tarihinin en önemli 2 - 3 oyuncusundan biridir ve hep ona haksızlık
yapılıyordur. Yıllarca bu zırvalara inanarak yaşayan Iverson, Detroit'in
kendisine ihtiyacı olduğuna kendini inandırmış bir şekilde oraya gidiyordu. Denver’da
yaşadığı savaşın yaralarını sarmak ve onlardan intikam almak duygusuyla hareket
etse de, kontratının son senesinde olduğundan buna pek fırsatı yoktu. Aslında Detroit,
Salary Cap'ini sezon sonunda boşaltmak için kendisini almıştı ve Iverson bunu
adı gibi bilmesine rağmen yaşamadan inanmak istemiyordu. Çünkü Iverson'un kendi
içinde aşamadığı sorunları, artık yeteneklerinin kısıtlanması ve geçmişindeki
başarılarla yaşaması onun burnunun ucunu bile görmesine izin vermiyordu.
Sene sonunda Detroit’ten ayrılıp (bizim için) az bir paraya Memphis’e
gitti. Kenardan gelmeyi kendisine yediremeyip arıza çıkaran Iverson’ın, buradan
da üçüncü maç sonrası şutlandı. Son bir nostalji ile yıllardır hiçbir hedefi
olmayan Phili’de sene sonuna kadar babasının çiftliğindeymiş gibi takıldıktan
sonra, “Free Agent” olarak koca bir yaz geçirip, bütün takımların “Allah’a
yakın, bana uzak olsun” dediği adam oldu.
Guti, Queresma ve Simao’nun Beşiktaş’a transfer olduğu sezon
futbolda ağzı sevinçten beş karış açık Beşiktaş taraftarı olarak basketbolda da
Iverson ile sözleşme imzaladığında hem gönül verdiğim takıma geldiğinden dolayı
inanılmaz sevinmiş, haritada yerini bile gösteremeyeceği bir yere geldiği için inanılmaz
şaşırmış ve kariyeri buralara düştüğü için de inanılmaz üzülmüştüm. O sıra
askere gitmek üzere olduğumdan gelişini ve birkaç maçını hatırlasam da o
gittiğinde ben sivil hayatta olmadığımdan neden ve nasıl gittiği hakkında bir
bilgim yoktu.
İki ay oynayıp kaçmış. “Sakatlık sebebiyle” lafı bana pek
inandırıcı gelmemişti. Çünkü ben onun yüreğine ve geçmişine, Avrupa’da oynamayı
yediremediğine inananlardandım. O egosunu ve yüreğini öyle bir büyütmüştü ki, NBA
tarihinin en büyük oyuncularından biri olacağına kendini bu kadar
inandırmışken, yeteneklerinin ve oyununun tartışılır hale gelmesini hiçbir
zaman kaldıramadı. Korkuları ve çözemedikleri basketbol hayatının sonu oldu. Ya
da daha doğrusu yıllarca yaşadığı başarısızlık korkusunun zırhı bir kere
delindi ve o delik büyüdükçe Iverson çaktırmasa da kendini bile kendi içinde
tartışır hale geldi.
Sonraki yıllarda birkaç yerde daha oynamaya çalışsa da
olmadı. Oynadığı ligler de maç başına para aldığı Tayland ligi falan.
(Wikipedia’daki kariyerinde bile yazmıyor) Beşiktaş’ta oynarken bile 35
yaşındaydı ve o yaştan sonra hangi takımın, nasıl bir parçası olacaktı ki?
Sonraki dönemlerinde spor değil, üçüncü sayfa haberlerinde
çıkmaya başladı dünya basınının karşısına. Kumar ve alkol sorunu, sorun
olmaktan çıkmış başka bir boyuta geçmişti. Hatta ayakkabılarını yapan Reebok
şirketinin kendisiyle 50 yaşına kadar yaptığı kontratın ücreti bile temlik
altına girmişti. Basında “Bir çizburger bile alacak parası kalmadı” tarzında
Zaytungvari haberler çıksa da, (ölüsü bizi gömer) maddi olarak kötü bir dönem
geçirmeye başlamıştı.
Sabah NTVSPOR’DA “Tarihte Bugün” köşesinde Iverson’ın
Türkiye’ye geldiği gün olarak bugün anlatılıyordu. 29 Ekim 2010. Aradan 4 yıl
geçmiş. Iverson iflas eden ya da kariyerini berbat eden ilk profesyonel sporcu
değil. Fakat benim yaşarken hatırladığım ilk “saygı” isteyen oyuncu. Belki de
buydu diğer oyunculardan onu daha çok sevmem ve onun başarılı olmasını istemem.
Çünkü havada o kadar çok paralar dolanıyor ve bütün oyuncular o kadar ruhsuz ki
artık, aidiyet duygusu ve saygı gibi şeyler kimsenin pek umurunda değil. Yoksa
herkesin malumu olan bencillikleri, hiçbir takıma uymayacak kimyası ve en başta
anlattığım gibi geçmişiyle yaşaması ve o geçmişin yükünü bir türlü
kaldıramaması onu sevmemek için binlerce sebep.
Eski Iverson sevenler olarak toplanıp hep bir ağızdan
“Sebebi neydi ki?” diye bağırsak, duyar mı acaba sesimizi? Ya da bırakalım o
mutlu olduğu geçmişiyle yaşasın.
Biz de 29 Ekim 1923’ü ailemizin bizi ilk götürdüğü törende
nasıl sevmişsek, okulda Cumhuriyet Bayramı şiirimizi okurken ilk nasıl
heyecanlanmışsak ve Cumhuriyet’in ne demek olduğunu gerçekten ilk ne zaman anlamışsak,
onları hiç unutmadan yaşayalım. Bizim unutulmayacak geçmişimiz de bu olsun.
Özgür Şevki Öztürk
Teşekkürler
YanıtlaSilTeşekkürler haber paylaşımı için. Birde tipo90 sitesi hakkında haber yaparsanız sevinirim. Tipo90 sitesi. Eski totobo sitesi mutlaka az çok bilgi sahibisinizdir.
YanıtlaSil