Son Yazılar

Futbol

basketbol

diğer sporlar

29 Ekim 2014 Çarşamba

BİR IVERSON VAR BENDEN İÇERÜ…


Geçmişiyle yaşayan insanlar zor olur. Misal annem teyzemlerle telefonla ne zaman konuşsa, Rize’de 30 yıl önce olmuş bir olayı sanki 10 dakika önce olmuş gibi anlatır. Hiçbir ayrıntıyı unutmamıştır. Geçmişle hesaplaşması o kadar derindir ki annemin, bazen temizlik veya yemek yaparken sürekli dudaklarını oynatıp bizim duyamayacağımız tonda birilerine bir şeyler anlatır kızgın kızgın. Birileriyle kavga eder kendi kendine. Annemin geçmişi ile ilgili davaları o kadar fazladır ki; anı, günü yaşamayı geçip kız kardeşime “Karbonat neydi?” diyebilecek kadar bugünden uzaklaşmış durumdadır. Sonuçta annemiz ve alışmalıyız.

Anneme baktığımda Iverson’ın kariyerine bakıyormuş gibi oluyorum. Bence geçmişi çok başarılı ya da çok başarısız olan insan da gelecekte bir yerde ortak bir noktada buluşuyor. Biri hep o geçmişi hatırlayıp yaşadığı olumsuzluklarda geçmişteki başarılarıyla kendini tatmin ederken, geçmişi çok başarısız ve acı dolu olan başkasıysa ne kadar başarılı olursa olsun geçmişini kendi beyninde ve ruhunda silemediği gibi, bir ömrü hesaplaşma yaparak geçiriyor.

Iverson ise ikisini de hayatının değişik dönemlerinde yaşamış bir karakter ve bu da onu zaten zor karakterini çok daha fazla zorlaştırıp onu son dönemlerinde sevimsizleştirmişti. Bir insan, Iverson dahi olsa kendi içinde mutlu değilse, onunla birlikte aynı havayı soluyan insanların da mutlu olması beklenemez.

Iverson, bir röportajında küçüklüğüyle ilgili hatırladığı şeylerden bahsederken haftanın 3 günü evlerini lağım bastığını söylemişti. Aynı röportajda 3 kardeş olduklarını, babalarının küçükken onları terk ettiği gibi şeyler söylediğini de hatırlıyorum. Bu Iverson'ın karakterinin daha o yaşlardan şekillenmesini sağlamış. Aslında çok fazla da acıtasyon yapmadan, ne kadar zor bir çocukluk ve gençlik yaşadığı malum ve Iverson spora o kadar bu hayattan kurtulmak için sarılmış ki, hem Amerikan futbolundan hem de basketboldan draft hakkı elde edebilecek kadar yükselmiş. Spordan başka onu kurtaracak başka bir şeyin olmadığının farkına o genç yaşında varmak, çok önemli ve gerçek bir yürek işi.

Yürek demişken, 2001 Finallerinin ilk maçında gördüm o yüreği. Uzatmalarda Tyrone Lue’yu sağ dipte yaptığı Cross - Over sonrası yere yıkması ve kendinden çok emin bir şekilde potaya gönderdiği üçlüğün girmesinden sonra Lue’nun üzerinden koca adımlar atarak “Bu maç benim” mesajı vermesi, o anı televizyon karşısında canlı yaşayan biri olarak gerçekten çok hoşuma gitmişti. Fakat beni asıl tavladığı nokta maç sonu röportajındaki bir cümleydi.

"Biz burada NBA finalistiyiz ve bize saygı gösterin.".

Acaba neydi kazandığı bir maç sonrası bunu söylemesine sebep olan şey? NBA finali oynuyorsun ve senin tek bir derdin var, saygı duyulmak. Bunu gerçekten yüreğiyle oynayan biri söyleyebilirdi ve o da söyledi.

Iverson yıllarca çocukluğunda yaşadığı ezilmişliğin ve mutsuzluğun öcünü basketboldan alıyordu. Ne kadar çok sayı atıp, ne kadar çok maç kazanırsa o derece çocukluğundan uzaklaşacağını düşünüyordu.  İlk NBA’ye geldiğinde Jordan'la hafiften takıştı. Sonra Vince Carter'la. Ve günahı kadar basketbol sahasında sevmediği Kobe. Bunlar rakipleriydi ve bir derece normal karşılanabilirdi ama Iverson'ı bir derece Iverson yapan o dönemki Koç’u Larry Brown'la bile iki maçta bir gırtlak gırtlağa gelebilen biriydi. Bu sadece basketbol sahası dışında olanlar. Üniversitedeyken bir bar kavgası sonrası yattığı ufak süreli bir hapis, gittiği mekanlarda çıkardığı kavgalar ve çocukluk arkadaşlarıyla bir klan halinde aynı evde yaşamak gibi kendisine olan sempatiyi sürekli aşağı çeken sıkıntılı bir karakterdi Iverson. Daha da ileri gidip, yanlış hatırlamıyorsam 2002 yazında karısını gecenin bir vakti dövüp çırılçıplak sokağa atması artık bardağı taşıran son damla gibi görünse de, Iverson o zamanlar, o kadar büyük bir basketbolcuydu ki, koca Philadelphia halkı ellerinde pankartlarla Amerika yasalarına karşı resmen savaş açarak Iverson'u serbest bıraktırmıştı. 

Fakat Iverson o olaydan sonra bir daha toparlanamadı. Basketbol yeteneklerine o kadar güveniyordu ki, profesyonel bir sporcunun kafasını boşaltması ya da yaptığı işe konsantre olması gibi şeyler Iverson’un hiç yapamadığı şeylerdi. Iverson'un hep kafası doluydu ve hepsi de basketbol dışında doluluklardı. Bunlara rağmen onu ayakta tutan yüreğinin tek bir sebebi vardı sahada oynamak için; Kendini ispat etme çabası. Iverson'ın o kadar basit bir mutluluğu vardı ki, o akşam rakibini daha doğrusu onu tutan adamı paspas etsin ve ondan büyük bir oyuncu olduğuna ona ispatlamasın. Onun için koca basketbol külliyatının tek anlamı buydu. Fakat  takımı 40 sayı fark yese bile umursamayan bir çelişkiyi de beraberinde taşıyordu bu ispat çabaları.Hatta şu video her şeyi kelimelerden çok daha iyi anlatacaktır.


Bu bencillik artık Philadelphia taraftarını dahi "Tanrı" gibi gördükleri Iverson'a artık homurdanmasına sebep oluyordu. Buna karşılık (çenemi gösteriyorum) burasına kadar gelen Phili yönetimi de ilk takas teklifini değerlendirmekte hiçbir beis görmedi. Takas sonrası resmen Philadelphia’da çiçekler açtı (!) Kuşlar daha neşeli cıvıldadı (!) Philadelphia’da açlık ve yoksulluk sona erdi (!)

Takas sonrasında Denver tepeleri Iverson'ın yeni evi olmuştu. Iverson artık bu evde sadece eski evindeki gibi kendi egosuyla değil, yepyeni bir Süper yıldız adayı Carmelo Anthony'nin de egosuyla baş etmek zorundaydı. Tabi o takımda Kenyon Martin, Marcus Camby ve George Karl gibi bambaşka egolara da kendini dinletebilmeliydi. Yani artık sadece rakibine kendini ispat ettirmeye çalışan yürek, onun yanında görünen yuvarlak masa şövalyelerine de her gece kendini ispat etmek zorundaydı. Aslında böyle bir zorunluluğu olmasa da onun karakteri ister istemez kendini hep bir yarış içine sokuyordu. Çünkü maalesef Iverson bir takım sporcusu olamıyordu. Çocukluğundan gelen yalnızlığı ve o yalnızlığı örtmek için bizim pek aklımızın alamayacağı uçuk yaşamı ve kafa yapısı, hep onun o kafasında kendinin dahi çözemediği sorunlara ve o hep "kafası dolu" Iverson'a sebebiyet veriyordu.

Iverson, Denver'ı hiç sevmedi. Denver da zaten Iverson'ı hiç benimsemedi. Ona Superstar bir oyuncu gibi davransalar da, buna kendileri de inanmıyordu. Anadolu kulüplerinde oynayan Güney Amerikalı oyuncu kaprisleri Denver’a da İllallah çektirmeye başlayınca Detroit’le yapılan Chunsey Billups takası, bu sefer de koca Denver tepelerinden "Şen ola düğün" sesleri gelmesini sağlamıştı.

Iverson herkesi kendine düşman bellemiş adamlardan. Hep o anlaşılamamıştır, hep onu anlamamışlardır. Onda hiçbir zaman suç yoktur. Kendisi NBA tarihinin en önemli 2 - 3 oyuncusundan biridir ve hep ona haksızlık yapılıyordur. Yıllarca bu zırvalara inanarak yaşayan Iverson, Detroit'in kendisine ihtiyacı olduğuna kendini inandırmış bir şekilde oraya gidiyordu. Denver’da yaşadığı savaşın yaralarını sarmak ve onlardan intikam almak duygusuyla hareket etse de, kontratının son senesinde olduğundan buna pek fırsatı yoktu. Aslında Detroit, Salary Cap'ini sezon sonunda boşaltmak için kendisini almıştı ve Iverson bunu adı gibi bilmesine rağmen yaşamadan inanmak istemiyordu. Çünkü Iverson'un kendi içinde aşamadığı sorunları, artık yeteneklerinin kısıtlanması ve geçmişindeki başarılarla yaşaması onun burnunun ucunu bile görmesine izin vermiyordu.

Sene sonunda Detroit’ten ayrılıp (bizim için) az bir paraya Memphis’e gitti. Kenardan gelmeyi kendisine yediremeyip arıza çıkaran Iverson’ın, buradan da üçüncü maç sonrası şutlandı. Son bir nostalji ile yıllardır hiçbir hedefi olmayan Phili’de sene sonuna kadar babasının çiftliğindeymiş gibi takıldıktan sonra, “Free Agent” olarak koca bir yaz geçirip, bütün takımların “Allah’a yakın, bana uzak olsun” dediği adam oldu.

Guti, Queresma ve Simao’nun Beşiktaş’a transfer olduğu sezon futbolda ağzı sevinçten beş karış açık Beşiktaş taraftarı olarak basketbolda da Iverson ile sözleşme imzaladığında hem gönül verdiğim takıma geldiğinden dolayı inanılmaz sevinmiş, haritada yerini bile gösteremeyeceği bir yere geldiği için inanılmaz şaşırmış ve kariyeri buralara düştüğü için de inanılmaz üzülmüştüm. O sıra askere gitmek üzere olduğumdan gelişini ve birkaç maçını hatırlasam da o gittiğinde ben sivil hayatta olmadığımdan neden ve nasıl gittiği hakkında bir bilgim yoktu.

İki ay oynayıp kaçmış. “Sakatlık sebebiyle” lafı bana pek inandırıcı gelmemişti. Çünkü ben onun yüreğine ve geçmişine, Avrupa’da oynamayı yediremediğine inananlardandım. O egosunu ve yüreğini öyle bir büyütmüştü ki, NBA tarihinin en büyük oyuncularından biri olacağına kendini bu kadar inandırmışken, yeteneklerinin ve oyununun tartışılır hale gelmesini hiçbir zaman kaldıramadı. Korkuları ve çözemedikleri basketbol hayatının sonu oldu. Ya da daha doğrusu yıllarca yaşadığı başarısızlık korkusunun zırhı bir kere delindi ve o delik büyüdükçe Iverson çaktırmasa da kendini bile kendi içinde tartışır hale geldi.

Sonraki yıllarda birkaç yerde daha oynamaya çalışsa da olmadı. Oynadığı ligler de maç başına para aldığı Tayland ligi falan. (Wikipedia’daki kariyerinde bile yazmıyor) Beşiktaş’ta oynarken bile 35 yaşındaydı ve o yaştan sonra hangi takımın, nasıl bir parçası olacaktı ki?

Sonraki dönemlerinde spor değil, üçüncü sayfa haberlerinde çıkmaya başladı dünya basınının karşısına. Kumar ve alkol sorunu, sorun olmaktan çıkmış başka bir boyuta geçmişti. Hatta ayakkabılarını yapan Reebok şirketinin kendisiyle 50 yaşına kadar yaptığı kontratın ücreti bile temlik altına girmişti. Basında “Bir çizburger bile alacak parası kalmadı” tarzında Zaytungvari haberler çıksa da, (ölüsü bizi gömer) maddi olarak kötü bir dönem geçirmeye başlamıştı.

Sabah NTVSPOR’DA “Tarihte Bugün” köşesinde Iverson’ın Türkiye’ye geldiği gün olarak bugün anlatılıyordu. 29 Ekim 2010. Aradan 4 yıl geçmiş. Iverson iflas eden ya da kariyerini berbat eden ilk profesyonel sporcu değil. Fakat benim yaşarken hatırladığım ilk “saygı” isteyen oyuncu. Belki de buydu diğer oyunculardan onu daha çok sevmem ve onun başarılı olmasını istemem. Çünkü havada o kadar çok paralar dolanıyor ve bütün oyuncular o kadar ruhsuz ki artık, aidiyet duygusu ve saygı gibi şeyler kimsenin pek umurunda değil. Yoksa herkesin malumu olan bencillikleri, hiçbir takıma uymayacak kimyası ve en başta anlattığım gibi geçmişiyle yaşaması ve o geçmişin yükünü bir türlü kaldıramaması onu sevmemek için binlerce sebep.

Eski Iverson sevenler olarak toplanıp hep bir ağızdan “Sebebi neydi ki?” diye bağırsak, duyar mı acaba sesimizi? Ya da bırakalım o mutlu olduğu geçmişiyle yaşasın.

Biz de 29 Ekim 1923’ü ailemizin bizi ilk götürdüğü törende nasıl sevmişsek, okulda Cumhuriyet Bayramı şiirimizi okurken ilk nasıl heyecanlanmışsak ve Cumhuriyet’in ne demek olduğunu gerçekten ilk ne zaman anlamışsak, onları hiç unutmadan yaşayalım. Bizim unutulmayacak geçmişimiz de bu olsun.


Özgür Şevki Öztürk


                                                                                                                                                                                                                    

2 yorum:

  1. Teşekkürler haber paylaşımı için. Birde tipo90 sitesi hakkında haber yaparsanız sevinirim. Tipo90 sitesi. Eski totobo sitesi mutlaka az çok bilgi sahibisinizdir.

    YanıtlaSil

Murat Çolakoğlu Murat Çolakoğlu